Bir zamanlar elimizde çok şey vardı aslında…
İnsanlığımız vardı, vicdanımız vardı, bir de “utanmak” diye bir değerimiz vardı. Sonra fark etmeden, adım adım, nefes nefes tükettik hepsini. Bugün hâlâ soruyoruz: Daha neyi tüketebiliriz?
Cevabı basit: Tüketecek neredeyse hiçbir şeyimiz kalmadı.
Modern çağ, bize her şeyin bitmeyen bir alışverişle sürdüğünü öğretti.
Eşyalarımızı, zamanımızı, ilişkilerimizi, sevgimizi, öfkemizi… hepsini hızla, düşünmeden harcadık.
Ama en büyük tüketimi kendimize yaptık.
İnsanın kendini bitirmesi kadar acı bir çöküş yoktur.
Bir toplum, önce merhametini kaybederek çöker.
Bir toplum, çocukların gözündeki masumiyetle vedalaştığında düşer.
Bir toplum, yaşlısını yalnız bırakıp, komşusuna selam vermeyi unuttuğunda tükenir.
Biz de şimdi tam o noktadayız.
Sokaklarımızda insan sesi çok, insanlık sesi yok.
Kalabalıklar dolu, gönüller bomboş.
Herkes koşuyor ama nereye koştuğunu bilen yok.
Bu koşu, bir yere varma çabası değil;
bu koşu, kendimizden kaçma yarışı aslında.
Birbirimizi kırıyoruz, harcıyoruz, tüketiyoruz…
Sonra da pişman olma lüksümüz varmış gibi “hayat böyle” diyoruz.
Hayat böyle değil.
Biz böyle olduk.
Onurumuzu, şerefimizi, sözümüzün ağırlığını, yaşadığımız toprakların hikmetini bir tüketim çılgınlığının içinde unuttuk.
Bugün hâlâ insanız ama insanlığımızdan geriye sadece kırık dökük bir gölge kaldı.
Peki çözüm?
Çözüm yeniden hatırlamak.
İnsanın insana nefes olduğunu, bir merhamet dokunuşunun değiştirici gücünü, bir selamın bile dünyayı yumuşatabileceğini…
Biz yeniden “insan” olmayı hatırlamadıkça, tükettiğimiz her şey aslında bizi tüketiyor.
Son soruyu bir kez daha sorayım:
Daha fazla tüketecek neyimiz kaldı?
Belki de en acı cevap şu:
Tükenecek tek şey biziz…
Ve biz de hızla bitiyoruzP